Emziren annenin lohusa depresyonunun hiç bitmediğine, aylarca sürdüğüne dair bir takım düşünceler işittim. Şimdi bu konu üzerine birkaç bir şey söylemek istiyorum.
Öncelikle, biz kadınların erkeklere oranla depresyon eğilimi daha yüksektir. Ancak kadınların depresyon sureleri, erkeklerin depresyon surelerinden daha kısa ve daha az yıkıcıdır. Kısacası, biz kadınların depresyon antrenmanı sıkıdır.
Gelelim hamilelik dönemine… Hamilelikte iki önemli hormon bizim hamileliğimizi sağlıklı sürdürmemizi sağlar: östrojen ve progesteron. Ancak bu iki hormon bizde iki farklı duygulanıma neden olur. Progesteron içinde bulunduğumuz sürece tahammülü arttırır, östrojen ise bu süreci sorgulamamıza neden olur ve endişe duygularımızı arttırır. Örneğin, hamileliğimizde ciddi oranda kilo aldık. Progesteronumuz der ki; “Amman bir daha mi böyle canımın her istediğini yiyebileceğim, boş ver gitsin, doğurunca veririm bu kiloları nasılsa; hem bebeğimden önemli mi!” Östrojenimiz ise şöyle seslenir; “Eyvahlar olsun amma da kilo aldım, hiçbir giysimi giyemiyorum. Kocam beni şişman ve itici buluyor!” İste biz kadınlar özetle bu iki duygulanım arasında gider gelir ve 9 ayı tamamlarız.
Doğum yaparız ve sonra ne olur?
Progesteron seviyelerimiz gitgide düşer, yani gözümüzdeki pembe gözlük artık yoktur. Bir de üstüne, dünyaya yeni gözlerini açmış ve hayatımızın gelip tam da ortasına oturmuş bir bebek, yavrumuz gelir. Daha biz kendi duygularımızı çözümleyemezken bu dönemde, bir de daha önce hiç karşılaşmadığımız türden ağır bir sorumlulukla karşı karşıya kalırız. Bu durum da bizi, şiddeti anneden anneye değişiklik gösteren, paspartum depresyonla yani namı diğer lohusa sendromuyla tanıştırır. Bu sendromun suresi, bilimsel olarak 6 hafta, halk arasında ise 40 gün olarak tanımlanır. Bu süre kısaca, bizim rahmimizin tekrar toparlanma ve doğumdan önceki haline geri dönme sürecidir. Rahmimiz ne kadar hızlı toparlanırsa, vücut gerilimimizin de o ölçüde hafifleyeceği düşünülür. İşte bu süreçte, bizi iyileştirecek, içinde bulunduğumuz sürece tahammülümüzü arttıracak, bir tanecik, kıymetli, eşsiz hormonumuz Oksitosindir! Oksitosin seviyelerimizi ciddi oranda arttıran da EMZİRMEKtir! Yani, doğum sonrası emzirme eylemini düzeni ve sık gerçekleştiren anne daha yoğun oksitosin seviyelerine sahip olur. Bu da onun hayata ve içinde bulunduğu duruma daha olumlu bakmasını ve biricik yavrusuna daha iyi sabır göstermesini ve her şeyden önemlisi yavrusuna bağlılığını güçlendirir. Emzirmek, anne için bir anlamda “Terapi”ye dönüşür… Yani, doğumdan sonra gözümüzden çıkan o pembe gözlüğümüze bir anlamda tekrar kavuşuruz. Ancak, şunu da bilelim ki, oksitosin sadece bir pembe gözlük değildir. Aynı zamanda yavrumuzu ve kendimizi karşılaşılacak tehlikelere karşı korumada güçlü bir önsezi ve sağduyu kaynağıdır. Bu nedenle bir yandan endişeleri ve hatta yavrumuza ilişkin kaygıya neden olacak rüyalar ve hayaller görmemizi de arttırır. Ancak, bu yaşadığımız duyguların tamamı normaldir; bunlar bir annenin yaşaması gereken olmazsa olmaz duygulardır. Başka türlü türümüzün sağlıkla ve güvenle hayatta kalmasını sağlayamayız. Bu nedenle, çoğu zaman baba yavrusunun gece ağlamalarını duymaz bile, ama anne daha bebeği ağlamadan -ya ağlarsa diye sık sık uyanır.
Bir hormonu daha vardır emziren annenin: Prolaktin! Bu hormon hem sütlerimizden sorumludur, hem de doğum kontrolünden; yani adet (menstrual döngü) düzeninden. Emziren annelerin büyük bir kısmının, yine değişkenlik göstermekle beraber, adet kanamaları gecikir, aylarca olabilir bu süre. Ve evet bu gecikmeler annenin duygulanımını zaman zaman olumsuz etkileyebilir! Ama daha çok “ah ne zaman adet olacağım, ah olsam da vücudumun şişliği inse” dediği için endişelere neden olur.
Görüleceği üzere aslında emziren bir annenin, emzirmeyen anneye oranla daha şiddetli bir depresyon yaşama olasılığı zayıftır! Aksine emziren annenin yüksek oksitosini, onun yavrusuna karşı daha güçlü duygular duymasını sağlar ve hatta bir anlamda iç huzurunu tesis eder. Kısacası, emziren annenin vicdani rahattır.
Peki öyleyse neden emziren anne, lohusa depresyonunun hiç bitmediğini düşünür! Yapılan araştırmalara göre, bunun en önemli nedenleri:
- Kişisel
- Kültürel
- Sosyal
- Ekonomikolduğu düşünülmektedir.
- Kişisel nedenler: Emziren anne, emzirmeyen anneye oranla genellikle geceleri daha sık uyanır. Ama bu son derece normal ve bebeği için de sağlıklıdır. Ancak anne uykusuz olduğundan söz edebilir.
- Kültürel nedenler: Beslenme ve yaşama düzenine ilişkin baskı görüyorsa bu durum onu strese sokabilir. Emzirme eylemine ilişkin söylenenler, çevrenin yerli yersiz baskıları, yine anne de strese neden olabilir.
- Sosyal nedenler: Bu nedenin en önemli neden olduğu düşünülmektedir. Sosyal nedenler, emziren annenin sosyal hayattaki yerine ilişkindir. Emziren anne, rahatlıkla gittiği her yerde; bir arkadaşıyla buluştuğu bir kafede ya da günlük hayatın içinde emziremiyorsa, bu durum onun bir ölçüde eve kapanmasına ya da sosyal ortamlarda büyük rahatsızlıklar yaşamasına neden olur. Anne yalnızlaşır.
- Ekonomik nedenler: Bu nedenler yadsınamaz nedenlerdir. Emziren anne ne zaman iş hayatına geri dönmelidir? İş yerinde sütünü sağabileceği uygun ortam var mıdır? Yaptığı işin doğası ve ritmi annelik sürecine ne kadar uyum sağlayabilir? Gibi sorular nedeniyle anne çoğu zaman istediği halde işine dönemez ve bu durum da onu hem üzebilir hem de ekonomik olarak yetersiz hissettirebilir.
Yukarıda sıraladığım bu nedenlerin her hangi biri ya da bir kaçı sizin hayatınızda da söz konusu ise, emzirme döneminde bitmek bilmeyen bir depresyon yaşadığınızı düşünebilirsiniz. Ancak, depresyonunuz nedeni kesinlikle “emzirmek” değildir! Kişisel ve çevresel faktörlerdir. Aslında, biliyor musunuz bu faktörlerin etkilerini hafifletmek ve/veya ortadan kaldırmak mümkündür. Önemli olan, semptomlara değil, semptomlara yol açan nedenle bir bakmaktır. Ancak bu yolla semptomlar yok edilebilir. Özetle, bu nedenlerden hangisi bizim emzirme dönemimize hakimse, onları bulup hafifletmeyi ya da yok etmeyi denemeliyiz.